26 Eylül 2012 Çarşamba

Tasvirleri Atlıyorum _ Kurulum

     


Pırıl Arıkonmaz ile Sergi Hakkında Röportaj



 Bize biraz kendinden bahseder misin? 
1985’te İstanbul’da doğdum. Marmara Güzel Sanatlar Resim Bölümü’nü bitirmeden önce bir dönem Paris ENSAD’da (Ecole Nationale Supérieure des Arts Décoratifs) fotoğraf eğitimi gördüm. Yıldız Teknik Üniversitesi, Sanat ve Tasarım Bölümü’nde kent ortamında hafıza ve mekan üzerine tez çalışmam halen devam ediyor. Şimdiye kadar katıldığım karma sergilerin yanı sıra iki kişisel sergi gerçekleştirdim.
‘Tasvirleri Atlıyorum’ senin ikinci kişisel sergin. Öncelikle bize ilk serginden bu yana üretimlerine yansıyan dönüşümden bahseder misin?
Aslında, üretmeye daha bilinçli bir şekilde başladığımdan beri konularım değişmiş gibi gözükse de fark ediyorum ki benim meselem hep bir mekan algısıyla ilintili. Benim için, bu mekan kimi zaman bir kent, bazen sanal bir mekan olan internet, bazen bir galerinin kendisi, bazen de çeşitli formlarda bir hafıza mekanı olarak ele almaya çalıştığım müze mekanı olabilmekte.
Bu açıdan baktığımda değişen, dönüşen mekanlar, içinde var olan  insan etkinliğini de belirliyor.


Mekanlar ve bu mekanlara hayat veren kişilere, mesleklere odaklanıyorsun çalışmalarında. Resmettiğin mekanları seçerken önemsediğin noktalar nelerdi?
Atölyemi Galata’ya taşıdığımdan beri İstiklal – Galata hattı çok sık kullandığım bir yol oldu. Ve bu yolun üstünde, aslında senelerden beri aşina olduğumuz dükkanlar ve bu dükkanları hayatta tutan insanlar yer almakta. Kentlere dair dönüşümün çok hızlı bir şekilde gerçekleştiği şu günlerde de örneğin İstiklal’i İstiklal Caddesi yapan bu unsurlardan her biri hızlıca dayanma güçlerini kaybediyor, varlıklarını sürdürememe riskiyle karşı karşıya geliyorlar. Bir kayıt öğesi olarak tuval üstüne gerçekleştirmiş olduğum resimlerde, hafızamızdan silinmeye başlayan bu alana dair bir hatırlama pratiği kurmayı hedefliyorum. Dükkan vitrinleriyle, eşyalarıyla, o mekanların aktif üreticileriyle bir manzarayı bütün olarak kurgulamayı amaçladım.

Serginin adı ile içeriği aslında tezat bir yapı oluşturuyor. Neden tasvirlerle oluşturduğun bu serginin adı konusunda böyle bir seçim yaptın?
Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı isimli kitabında, görsel bir yazar olduğundan bahseder. Yani “görsel hayal gücü”ne hitap eder ve okuyan kişi kelimelerle aslında bir resim görmeye başlar.  Ben ise bu sergimde, bu pratiği nasıl ters çevirebilirim sorusu üzerinde durdum. Resimlerin kelimeleşmesi mümkün olabilir miydi? Mekanların ya da manzaraların tasvirlerini kurguladığım noktada da gerçek ve kurmaca birbirine karışmaya başladı. Tıpkı bir romanda olduğu gibi… Bu sebeple, sergide gerçek mekan ve insanların tasvirlerinin yanı sıra boşlukta yüzen, mekansızlık ve zamansızlık duygusu hissettiren nesnelerin de tasvirleri yer alıyor. Eşyaları, farklı bir açıdan bakmaya çalışarak yeniden kurguluyorum.
Asıl sorunuza gelince, “ Tasvirleri Atlıyorum” tezatını kullanmamın sebebi, roman okurken bazen tasvirlerden sıkılıp direkt olay örgüsüne geçmek isteriz ve tasvirleri atlarız. Pamuk da bu duruma şöyle yanıt verir “olaylarla, eşyalarla, dramla manzara arasında bir ayrım değil, tam tersi tıpkı hayatımızda yaşadığımız gibi bir birlik olduğu hissedilir.” Yani tasvirleri atlıyor gibi gözüksek de  tasvirler ve olayın kendisi birbirinden ayrılmaz, ayrılamaz.
Serginde Rita Ender’in Agos Gazetesi için yapmış olduğu röportajlar da yer alıyor. Bu röportajların senin üretimlerinle olan etkileşimi nedir?
Sergimde belli bir zaman dilimine ait  insanların, mekanların hafızasına işaret etmeye çalışıyorum. Böylelikle, çizdiğim manzaranın bütününde, kahramanın kendileri kadar onların sözleri de büyük önem taşıyor. Çünkü onların kelimeleri, duygularının ve yaşanmışlıklarının birer uzantısı. Hafıza da en çok bu “bireysel”, “büyülü” anlardan beslenir, dolayısıyla, Rita’nın bunu görünür kılması benim için çok önemli.
Resimlerinde ön plana çıkan unsurlardan biri de kayıt altına alma isteğin gibi geliyor bana. Şehre dair tuttuğun bu kayıtların kendinle özdeş yanları neler?
Ben sadece yaratılan bu yeni dünyanın nasıl dönüştüğüne dair bir tanıklık sunuyorum. Kendi gözümden gerçekleştirdiğim bir envanter çalışması diyebiliriz buna. Bu envanterin içinde de çeşitli meslekleri bir araya getirerek yeni bir diziliş sundum. Tıpkı bir koleksiyonerin takıntılı bir şekilde oluşturmuş olduğu koleksiyonu gibi, benim de takıntım bu kayıt meselesi sanırım…

5 Nisan 2012 Perşembe

Bir Mekânın Tüketilme Denemesi _ Tamara Pur'la Şalom'da Söyleşi


Bir mekânın tüketilme denemesi
Sanatçılar ve sergi küratörleri Jasmine Taranto ve Lara Fresko ile sıcak bir sohbet gerçekleştirdik.

Bundan yaklaşık bir yıl önce ortaya atılan bir fikir hayal iken adım adım ilerleyerek gerçek oldu… ‘Bir Mekânın Tüketilme Denemesi’ eski hamursuz fırınının üst katında her biri farklı mecralarda çalışan Sibel Horada, Eytan İpeker, Reysi Kamhi ve Neşe Nogay’ın işlerini bir araya getiriyor. Sergi, 29 Mart–20 Nisan arasında izleyicileri paylaşmaya davet ediyor.

Bu serginin küratörleri olarak aylardır yoğun çalışmanızın sonunda istediğiniz sonucu alabildiniz mi?

L.Fresko: Bu proje üzerinde çalışırken bütün amaçladığımız sonuçların ötesinde bir şey oldu, beraber yaratmayı öğrendik. Daha önce hiçbirimiz birbirimizi çok iyi tanımazken aramızda o kadar güzel bir dinamik oluştu ki... Sonuçta ortaya çıkan sergi, bu grubun neredeyse bir yıldır sürekli konuşmasının bir sonucudur. Nitekim sonlara doğru küratör sıfatını Jasmine ve bana indirgemek istemedik, çünkü bu gruptaki herkesin küratör olarak bir payı var sergide. Örneğin Neşe Nogay’ı bize tanıtan Reysi idi ve o bu serginin çok önemli bir parçası.

J.Taranto: Sergimizin bu derece tatmin edici olmasının ana nedenlerinden biri gerçek bir bütünleşmeden doğmuş olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Serginin her aşamasında iş paylaşımıyla beraber, fikirlerimizi, ifade etmek istediklerimizi ve ihtiyaçlarımızı her an her zaman birbirimizle paylaştık. Musevi Cemaati’nin projemizi desteklemiş olması bizi çok mutlu etti ve gururlandırdı. Umarım böyle projelerin devamı da olur.

Reysi, serginiz George Perec’in ‘Bir Paris semtinin tüketilme denemesi’ kitabından yola çıkmış. Yazar Paris’te bir cafede insanları inceleyerek notlar almış. Bu sergiyle nasıl bir gönderme yaptın? Üretim aşamasında neleri mesele edindin?

R. Kamhi: Perec, Paris’te bir ‘cafe’de, sıradan olayları ve kişileri inceleyerek aldığı notlarından hareketle, o mekâna dair her şeyi tüketmeyi aslında kaydetme eylemi üzerinden gerçekleştiriyor. Çünkü kaydedildikleri andan itibaren, nesneler, durumlar ve kişiler birer hatıraya dönüşüyorlar. Ben de ‘evhane’ yerleştirmemde, Perec’in bu tüketme ve hatırlama pratikleri üzerinden bir ilişki kurmayı hedefledim. Üç odalı bir ev olarak oluşturduğum bu mekânda, emlak sitelerinden almış olduğum ev görüntülerini yeniden kurguladım. Evlerini kiralamaya veya satışa sunan ev sahiplerinin bize tanıdık gelen eşyalarını gördüğümüz bu resimlerle, halı ve duvar kâğıdı gibi unsurlarla düzenlenmiş ‘evhane’nin sıcak atmosferi ile birleşti. Bu sebeple, benim için bu mekân, içindeki tüm detaylarıyla bir ‘hafıza mekânı’nı temsil ediyor.

Emlak sitelerinin aslında gerçeği göstermeyen görselliklerinden yola çıkıp, bir dönem yaşanmışlıkları sergileyen tuvallerinde, odalardaki hatıralarla bizleri ağırladın, geçmişi onurlandırdın. İzleyicilerin tepkisi nasıl? Bundan sonraki projelerin neler olacak?

R.Kamhi: Modern kentin yapı taşlarıdır evler; insanların kendi kültürlerini, yaşam biçimlerini yansıtan da yine evlerdir. Yabancılara yani misafirlere ev sahipliği yapan evler gibi ‘evhane’ de hamursuz fırınına gelen izleyicileri ağırlamakta. İzleyiciler, sanki kiralık bir evi ziyarete gelmiş gibi bu mekânın misafirleri oluyorlar. Evhane projesiyle paralel giden ve halen devam etmekte olan başka bir projem ise kaybolmakta olan meslekler serisi. Mekânlara özgü değişimin sıklıkla yaşandığı şu günlerde pek çok meslek de ne yazık ki kaybolmakta. Bir kayıt öğesi olarak tuval üstüne gerçekleştirmiş olduğum resimlerde hafızamızdan silinmeye başlayan bu alana dair bir hatırlama pratiği kurmayı hedefliyorum. Ekim ayında Pg Art Gallery’de gerçekleştireceğim kişisel sergimde de benzer konulara değineceğim.

Eytan, deneysel videon ‘Peeling’i izlerken anlamaya çalıştık. ‘Bir piyanonun sınırlı sayıdaki tuşlarıyla, sınırsız sayıda beste üretme imkânı olma’ düşüncesinden yola çıktığını okuduk. Piyano da artık işlevini görmeyince, geriye kalan boşluk muydu? Perec’in dediği gibi “Yaşam hiçbir şeyin hareket etmediği anlarda mı gerçekten farklı okunur ve yaşanır.’’ Vermek istediğin mesaj bu muydu?

E.İpeker: Benim için önemli olan seyirciye hayal kurabileceği bir alan yaratmak. Dolayısıyla izleyicinin bu filmle olan ilişkisinin çok kişisel olmasını umuyorum ve bu tarz soruların cevabını izleyiciye bırakmayı tercih ediyorum. Teknik olarak bu iş 2006’da çektiğim beş dakikalık bir piyano görüntüsünün kurgulanmasıyla elde edildi. Son beş yıldır yaptığım videoların çoğunu, bu görseli işleyerek oluşturuyorum. Zamanla bu görüntüyle ilişkim bir kavga halini aldı, giderek onu daha tanınmaz şekillere sokmaya başladım. Elinizdeki malzemenin sabit olduğu noktada, o malzemeye nasıl yaklaştığınız daha da önem kazanıyor. 1 Nisan Pazar günü yaptığım sekiz videoluk gösterimde bunu ortaya koymaya çalıştım.

Neşe, babaannenin hatıralarını sergilerken neler yaşadın? Bu sergiyi nasıl tasarladın? Nereden yola çıktın?

N.Nogay: Babaannemle ilgili böyle bir projeye girişmem benim için tek, biricik olan nedir sorusu üzerine düşünmemle başladı. Babaannemin benim hayatımda her zaman çok özel bir yeri oldu, bu sebeple projenin ilk evreleri gerçekten çok duygusal bir süreçti ve durmadan çocukluk hatıralarımı düşünmemi sağladı. Babaannemin buzdolabına koyduğu ojeler veya ten rengi ince çorapları gibi anılarımı yeniden kurgulayarak polaroidler çekmeye başladım ve günümüze taşıyarak onlara yeni bir boyut kazandırdım. Bu sürecin devamı olarak bunları bir kitaba dönüştürdüğümde yani projeyi sonlandırdığımda, yaptığım işin duygusallığından kendimi arındırdım ve projeye daha farklı, mesafeli bakmaya başladım. Bu sergi için ise, aslen kitap olarak tasarladığım projeyi, Reysi Kamhi’nin hafıza mekânı olan ‘Evhane’siyle diyalog içinde konumlandırmak adına fotoğrafları bir enstalasyon olarak komodinin içinde sergilemek daha doğru oldu.

Sibel, bu sergiyi ‘Hamursuz fırınında’ gerçekleştirmeyi, hamursuz makinelerini çalıştırmayı uzun zamandır hayal ettiğini biliyoruz. Bu mekânın serginiz için neden bu kadar önem taşıdığını anlatır mısın?

S.Horada: Hamursuz fırınıyla ilk olarak iki sene evvel, Yahudi Kültürü Avrupa Günü için bir iş üretmem istendiğinde tanıştım. Olası sergi mekânlarından biri olarak sunulmuş ve beni içeriye girdiğim ilk andan itibaren büyülemişti. İçinde bulunduğu mahalleden tamamen kopuk, gizli kalmış bir vaha hissi uyandırıyordu. Binanın ikinci katı yüksek tavanları, içeriye sızan günışığı ve açık planıyla ideal bir sergi alanıydı. Ancak beni asıl cezbeden alt katta atıl durumda bekletilen hamursuz makinesi oldu. Hamursuzun yerel üretimi birkaç sene evvel durdurulduğunda benim gibi pek çok kişi tepki vermişti ama tepkiler çok uzun sürmemiş, ertesi sene unutulmuştu. Şehrin bu ücra köşesinde gizlenerek senelerce, sessizce üretim yapmış olan bu makine, gene sessizce kaderini beklemekteydi. İşimi bu makinenin bana düşündürdükleri üzerine konumlandırmaya karar verdim. Amacım makineyi son bir kez çalıştırarak hamursuz yapmak, bu sessizliği bir an için olsun bozmaktı. Serginin fırında gerçekleştirilmiş olması, mekânın içinde bulunduğu belirsizliğin, geçmişi ile olası bir geleceğinin bir arada alımlanmasını sağladı.

Bir neslin hazinelerinin diğer nesiller tarafından yok edilmemesi, verdiğin en büyük savaşlardan biri. Bunu daha önce Yıldız Teknik Üniversitesi bahçesindeki yüz yıllık Pavlonya ağacını katlettikleri zaman da yaşadın; Akbank Sanat’ta ağacın parçalarından oluşan eserinle yaşattın. Sanatınla verdiğin mesajlar izleyiciler tarafından nasıl algılanıyor?

S.Horada: Öncelikle şunu belirtmem gerekir ki, ortaya koyduğum bu kayıpları ilk etapta birer hazine olarak düşünmüyorum. Hatta nostalji yoluyla hayali bir geçmişi yaşatmaktan özellikle kaçınıyorum. Ancak kaybı ve bu kaybın etrafında topladığım bir kısım bilgiyi canlı tutmakla ilgileniyorum ki, üzerinde duraksanacak, durup düşünülecek ve tartışılacak bir alan açılsın. Kaybın tam da ne olduğu sorusunu kalıntısal nesneler yoluyla açığa çıkarmaya uğraşıyorum; bunu bir yandan kendim için yaparken, izleyiciler için de aynı duraksamayı tetiklemeyi hedefliyorum. Şimdilik tepkileri değerlendirmek için biraz erken ama açılıştaki izleyici kitlesinin konuştuklarına bakılırsa bu sergide de bunun sağlandığını düşünüyorum. Mekânın ve makinenin akıbetine dair pek çok soru soruldu, görüş paylaşıldı. Ayrıca bu işlerin alımlanmasının zaman içinde değişeceğini, belki daha genel anlamlar kazanacağını da öngörüyorum. Yani bahsettiğiniz işler, üzerlerinde söylenenlerle birlikte şekillenmeye devam ediyor. Makineden çıkan son ürünün, üzerinde makinenin bıraktığı izler olan beyaz kâğıtlar olması, tanıklığın paylaşılması anlamına da geliyor.

Bu sergi kapsamında ayrıca ‘Matsanı Yap ve Kaç!’ adlı bir performans da gerçekleştirdin. Sence performanslar izleyiciye bir gösteri izlediği izleniminden öteye ne vermelidir?

S.Horada: Performansların nasıl olması gerektiğine dair genel bir cevap veremem, ancak ‘Matsanı Yap ve Kaç!’taki hedefim son derece yalındı. Fırının eski sorumluları ve çalışanlarıyla yaptığım söyleşilerde burada son bir kez üretim yapma isteğimi dile getirdiğimde, her biri bana bunun ne kadar zor bir iş olacağını anlattı. Mısır ordusundan alelacele kaçarken en iptidai koşullarda yapılan hamursuzun üretiminin bu kadar meşakkatli olmasını komik, Türkiye gibi bir ülkede buğdaydan yapılan temel bir gıdanın temini için ithalatın en pratik çözüm olarak kabul görmesini ise vahim buluyorum. Üç bardak un, bir bardak su... ‘Matsanı Yap ve Kaç!’ bu fabrikada makinenin de öncesinde yapılan üretimin ne kadar basit olduğunu hatırlamak için gerçekleştirildi.

Genç sanatçılarımızın bundan sonraki projelerinin de böylesine yaratıcı ve anlamlı olmasını dileriz.

21 Mart 2012 Çarşamba

Bir Mekanın Tüketilme Denemesi

`Bir Mekanın Tüketilme Denemesi eski Hamursuz fırınının üst katında her biri farklı mecralarda çalışan Sibel Horada, Eytan İpeker, Reysi Kamhi ve Neşe Nogay’ın işlerini bir araya getiriyor. Georges Perec’in aynı adlı kitabından yola çıkarak kendine dönük bir antropoloji ve araştırma çizgisi izleyen işler mekanlarla, eşyalarla ve barındırdıkları hatıralar ve konuştukları dillerle ilgileniyor; olaylardan ziyade durumları irdeliyor. Duvarlarla üçe bölünmüş alanda Reysi Kamhi’nin tuvallerini barındıran üç odalı Evhane aynı zamanda Neşe Nogay’ın babaannesine ithaf ettiği kitabı ve objeleri barındırıyor; ortada Sibel Horada’nın on beş televizyon ekranında alt kattaki matsa makinesini yeniden canlandırdığı yerleştirmesi İsimsiz Makine yer alıyor ve iskeletini gördüğümüz duvarın ardında Eytan İpeker’in deneysel videosu Soyulma [Peeling] var.

Reysi Kamhi bir ev mekanı gibi kapatılmış odacıklarının duvarlarına astığı tuvallerinde emlak sitelerinin aslında pek de bir şey göstermeyen görselliğinden faydalanıyor. Mahrem bir mekanın veya deneyimin fotoğraflarının kağıda veya tuvale aktarılması Kamhi’nin pratiğinin önemli bir parçası: Daha önce facebook ve porno sitelerinden bulduğu görselleleri benzer bir muameleye tabi tutmuştu. Fotoğraftan resme geçişte yapılan seçimler, renk skalası, vurgulanan nesneler, beliren ve kaybolan unsurlar ve en önemlisi verilen emek hem bu cimri görselliği zenginleştiriyor; hem de her gün kendimizi o ya da bu şekilde bir kamunun tüketimi için sahnelediğimiz bir sürecin altını çiziyor.

Kamhi Evhane yerleştirmesindeki tuvallerde betimlediği kiralık ve satılık ev görüntülerinde kullandığı sıcak tonlar, tanıdık eşyalara yaptığı vurgu ve özellikle bir tuvaline yerleştirdiği kendi köpeğiyle geride bırakılacak bir yaşamın nostaljisini yaşatıyor. Duvara dayanmış, bitmemiş bir tuvalse sıcak renklerin ve düzenli yerleştirmenin bir anomalisi: hem yerleşmişliğin hem de yerinden edilmişliğin ve yersizliğin fazla ve eksik nesnesi olarak duruyor. Kiralanacak veya satışa çıkarılacak olan bu evlerin görüntüleri, eski sahiplerinin veya orada hala yaşayanların çizgili çarşaflarını, rengarenk tepsilerini, geceleri televizyon izledikleri köşelerini ifşa ediyor. Gelecekteki sakinleri için sıcak, tanıdık bir izlenim yaratıyor. Kamhi’nin oluşturduğu kapalı mekanda konuşanlar insanlar değil bu nesneler. İnsanlarsa dış duvarda siyah beyaz bir aile portresinin röprodüksyonunda asılı kalmış, gülümsüyorlar. Tıpkı kiraya ya da satışa çıkarılmış bir evin görüntülerinin misafir ağırladığı gibi, artık işlevini kaybetmiş eski Hamursuz fırını binası da bu sergi vesilesiyle “misafir” ağırlıyor.

Orta odada çekmecesi açık duran komodin bir torunun hatıralarını bir babaannenin hatırlayacağı biçimde barındırıyor. Neşe Nogay’ın Babanem adlı yapıtının hikayesi hayatında büyük önem taşıyan bir insanın hatıralarını canlandırmak üzere çıktığı bir yolculukla başlıyor. Nogay eski, soluk fotoğraflara sığınmaktansa eski, soluk hatıraları yeniden kurgulayarak çektiği fotoğrafları, bunlardan yaptığı bir kitabı şekerlemeler ve kuru yapraklarla bir çekmecede saklıyor. Komodinin üzerinde görebildiğimiz buzdolabına konmuş ojelerin ve ten rengi ince çorapların fotoğrafları çekmecenin içeriğine dair ipuçları. Kamhi’nin mahrem mekanların ifşasından yola çıkan yerleştirmesinin ortasında Nogay’ın hatıra çekmecesi, mahremiyetini ancak hatıraların ulaşılmazlığıyla saklıyor.

Sibel Horada’nın mekanın orta kısmında yer alan İsimsiz Makine yerleştirmesinde, alt katta bulunan fakat artık çalıştırılmayan; mekana adını verdiği halde artık işlevini yerine getir(e)meyen nesne olan, matsa üreten 21 metre uzunluğundaki devasa makine, parçalanmış bir görsellikle sunuluyor. Bir seri üretim hattını yeniden canlandıran yerleştirmenin hemen karşısında makineden geçmiş matsa şeklinde kağıtlar, son ürünün bir temsili. Bir topluluğun tarihini hatırlamak üzere senenin belli bir döneminde yediği mayasız ve tuzsuz ekmeğini üreten makinenin zamanla hantal kaldığı için tasfiye edilmesi, ekmek yapmak gibi basit bir eylemi küresel sermayenin hızlı ve verimli kollarına bırakmak ve paylaşılan en temel şeylerden birine biraz daha yabancılaşmak anlamına geliyor.

Bu eser Horada’nın pratiğinde yeni bir dijital eğilime işaret ettiği kadar, aslında bir topluluğun ortak varlığı olan bir nesneyi parçalanmış bir görsellikle sergi alanına taşımasıyla Hiç Var Olmamış Gibi adlı işini hatırlatıyor. Akbank Sanat’ın zemininde yığılmış, Yıldız Teknik Üniversitesi bahçesinden yeni sökülmüş bir Pavlonya ağacının parçalarından mürekkep bu eser de sanatçının mensubu olduğu bir başka topluluğun kaybını canlandırıyordu. Horada bu kayıpları salt hatıra ya da salt materyel olarak değil, bu süreçte yaptığı söyleşilerle birlikte daha sonra tarihin değerlendirebileceği toplumsal meselelerin delilleri olarak kayıt altına alıyor.

Vasıf Kortun Hiç Var Olmamış Gibi için yazdığı katalog metnini şöyle noktalıyordu: “Sanatçı Pavlonya ağacını, hatırlamayı unutanlar kadar ağaca dair hiçbir hatırası olmayanların da zihnine yeniden kazıyor. Ne de olsa Pavlonya, öldürmüyor ama yaşatıyor.” Horada’nın bu kez geliştirdiği direniş, Pavlonya ağacının ekolojik tahribata direnebilen iyileştirici özellikleri gibi malzemesinin içkin bir özelliğine değil, insanın içkin bir becerisine dayanıyor. 1 Nisan Pazar günü mekanda gerçekleştirilecek Matsanı Yap ve Kaç adlı katılımcı bir performans en basit şekliyle ekmek yapmayı yaratıcı bir direniş potansiyeli olarak deneyimlemeyi hedefliyor.

Eytan İpeker’in çıplak bir duvarın arkasında gösterdiği deneysel videosu, pratiğinin belirgin örneklerinden biri. İpeker’in bir pianonun sınırlı sayıdaki tuşlarıyla sınırsız sayıda beste üretme imkanı olması düşüncesinden yola çıkarak tek bir kayıttan ürettiği görsel bestelerden biri olan Peeling [Soyulma] adlı parçada siyah üstüne beliren renkler fırça darbeleri gibi görünüyor ama hiçbir zaman birikmiyor. Katmanlarıyla ve dokusuyla tanınan Lucian Freud’un ölümünden sonra onun yapıtlarına yeniden bakmanın ilhamıyla üretilen bu eserde katmanlar uçucu, doku şeffaf. Bu soyutlamanın ardındaki nesne olan piyano hem görsel olarak hem de işlevsel olarak eksik. Nesnelere, makine parçalarına ve maddi kültüre bağımlı hikayelerin arasından geçtikten sonra İpeker’in karanlık ve sessiz odasındaki bu uçucu görüntü bir tefekkür alanı gibi.`

Lara Fresko